Holografik Teknikleri - "Beyin Gücü Teknikleri"

Posted by HavadanSudan | Etiketler: , ,

Bir kimse uyuyacağı zaman her şeyi olan bu dünyanın malzemesini de yanına alır, onu bir kenara ayırır, onu kurar ve kendi zekası ve aydınlığıyla rüyasını görür. Böylece bu kişi kendi kendine aydınlanmış olur. Orada ne araba vardır, ne koşumlar ne de yollar. Fakat arabayı, koşumları ve yolları kendi kendine kurar. Orada ebedi mutluluklar, zevkler ve memnuniyetler yoktur. Fakat ebedi mutlulukları, zevkleri ve memnuniyetleri kendi kendine kurar. Orada su birikintileri, nilüfer gölleri ve çaylar yoktur. Fakat su birikintilerini, nilüfer göllerini ve çayları kendi kendine kurar. Zira o bir yaratıcıdır.


Yeni Bilim Başlıyor….

Beyinlerimiz, temelde başka boyutlardan, uzay ve zamanın ötesindeki daha derin varoluş düzeninden yansıyan frekansları yorumlamak suretiyle nesnel gerçekliği matematiksel olarak oluşturmaktadır: Beyin, holografik evrenin içerdiği bir hologramdır.“Bizim ötemizde” yalnızca engin bir dalgalar ve frekanslar okyanusu vardır ve gerçekliğin bize böyle somut görünmesinin nedeni yalnızca, beyinlerimiz bu holografik karmaşayı alıp onu taşlara, sopalara ve dünyamızı oluşturan diğer tanıdık objelere dönüştürme yeteneğine sahip olmasıdır. Başka bir deyişle, bir porselenin pürüsüz yüzeyi ve ayaklarımızın altındaki plaj kumu, gerçekte yalnızca fantom organ sendromunun süslü bir çeşitlemesidir.

Bu da bizi, algılananın mutlak evren değil, sadece insanın evreni olduğuna; bunun gibi her boyut algılayıcısına göre de sonsuz sayıdaki evrenlerin bulunduğuna ve evrende mevcut olan bağlantılar dolayısıyla insanın boyutsal bilinç sıçraması sonucu genişleyen-değişen algı durumu ile birlikte Hakikâti olan bu boyutlara uzanabileceği gerçeğine götürür. Böylece evren ve boyutları tüm varlıkların katılımlarıyla rölatif (izafi) bir biçimde hiyerarşik olarak var olmuş Tekil bir yapıdır.

DAVID BOHM: David Bohm 20 Aralık 1917’de Wilkes-Barre, Pennsylvania’da doğdu. Bohm, kozmik güçlerden, anlayışlarımızın ötesinde, çok daha geniş bir uzay kavramı ile ilgili şaşırtıcı düşüncelerden etkilenmiş bir bilim adamıdır. Bohm teorisine, modern fiziğin iki temel direği olan kuantum mekaniği ve rölativite teorisinin gerçekte birbirlerine zıt olduğunu öne sürerek başladı. Üstüne üstlük bu zıtlık sadece küçük detaylarda değil, çok temel noktalardaydı; çünkü kuantum mekaniği gerçekliğin süreksiz, nedensiz ve mekândan bağımsız olmasını gerektirirken rölativite teorisi ise gerçekliğin sürekli, nedenli ve mekâna bağımlı olmasını gerektiriyordu. Bu farklılığın matematiksel bazı tekniklerle aslında var olmadığı gösterilebilir ama bu yaklaşım Bohm’un teorisine sınırsız sayıda keyfi özellik getirir ve Ptolmaic Astronomi’nin parçalayıcı teorisini birleştirmek için kullanılan ilmekleri anımsatır. Dolayısıyla, bilim adamları arasında yaygın olan anlayışa karşıt olarak, yeni fizik temeli itibariyle kendi içinde çelişiyor gibi görünüyor ve yeni, tamamlanmış bir gerçeklik modeli sunmaktan uzak duruyor. Pek çok önde gelen fizikçinin bu farklılığa yeterince ilgi göstermemesi Bohm için ileride sorun oldu. Kuantum fiziğine göre gezinen iki foton kuantası arasında ne kadar mesafe olursa olsun, ölçüldüklerinde her zaman özdeş bir polarizasyon açılarına sahip oldukları görülecektir. Bu da şu anlama geliyor; iki foton bir şekilde bir anda birbirleriyle iletişim kuruyor ve böylece hangi kutuplaşma açısında olacaklarını biliyorlar. Sonuçta, teknoloji parçacık deneyini gerçekleştirmek için elverişli hale geldi, ama hiç kimse sonuca ulaşan bir üretimde bulunamadı.

ASPECT DENEYİ ya da EPR PARADOKSU: Ardından 1982’de dikkate değer bir olay gerçekleşti. Paris Üniversitesi Optik Fizikçilerinden Alain Aspect, Gerard Roger ve Jean Dalibard tarafından gerçekleştirilmiş olan deney 20 yüzyılın en önemli deneylerinden biri olabilecek olan çalışmayı gerçekleştirdi. Bu keşfin, bilimin yüzünü değiştirebileceğini düşünenler hala vardır. iki tanecikten birinin yönü değiştirildiğinde diğer parçacığın da aynı anda yönünün değiştiği gözlemlenmiş ve bu tanecikler arasındaki mesafe, en büyük hız olan ışık hızının bile milyonlarca, milyarlarca yıl gidebileceği bir uzaklığa kadar artırılmış olsa da birindeki hareket değişikliğinin diğerine aynı anda yansıdığı anlaşılmıştır. Sadece bu parçacıkların doğrultu değişimleri için değil spinleri… için de aynen geçerlidir. Tüm bunlardan çıkan sonuçlara sorular halinde cevap bulmaya çalışırsak; acaba elektronlar (tanecikler), tek tek gönderildikleri zaman geçeceği deliklerin tek yarıklı mı yoksa çift yarıklı mı olduğunu nereden bilmektedirler ki ona göre harekette bulunuyorlar? Ya da bir elektron (parçacık) aynı anda hem öncesinde hareket eden hem de sonrasında hareket edecek olan tüm elektronların ne şekilde davranacaklarını, deney aletlerini, deneycinin zihninin vereceği kararı önceden nasıl biliyor da bu duruma göre kendi hareketlerini (davranışlarını) belirliyor? Üstelik aralarındaki mesafenin de hiçbir önemi olmaksızın.

Bununla birlikte, parçacıklar arasındaki etkileşmenin aralarındaki mesafeye bağlı olmaksızın gerçekleşmesine ve kuantumun ihtimalli doğasına, “Tanrı zar atmaz” diyen Einstein ve arkadaşları, EPR paradoksu ile bunun, hem yerel nedensellik ilkesine (yani uzak olayların herhangi bir aracılık olmadan yerel olayların anında etkileyemeyeceği ilkesi) hem de Determinist ilkeye ters düşmesi nedeniyle, kuantum fiziğinin yetersiz ya da yanlış olduğu fikriyle karşı çıktılar. Ve bu durumun uzun yıllar felsefi olarak tartışılması sonucunda, Cern’deki fizikçi John Bell, teorik bir durum olan bu görüşlere karşın, olaya deneysel yönden uygulanabilirlik sağlanacağını göstermiş, 1982 yılında da Paris’ten Alain Aspect bu deneyi yaparak kuantum gerçekliğinin ardında bir başka gerçekliğin gizli olduğunu bulmuş ve Einsten’ın determinist (gerekirci) ilkesi ile Bohr’un madde–antimadde arasındaki etkileşmenin sonucu yerel nedensellik ilkesinin olamayacağı görüşünün bu boyutta birleşmesini sağlamıştır. Böylece bir foton (tanecik) galaksinin ya da evrenin ucundaki bir diğer fotonla (parçacıkla) veya diğer tüm fotonlarla (parçacıklarla) deneydeki gibi zaman ve mekan kavramı olmaksızın bağlantılıydı. Buna göre ya Einstein’ın uzun süre kabul gören “hiçbir iletişimin ışık hızından daha hızlı gerçekleşemeyeceği” teorisi gerçekti ya da iki parçacık mekândan bağımsız olarak birbirleriyle bağlantılıydılar. Çoğu fizikçi ışıktan hızlı oluşu reddettiği için bu korkutan manzara, bazı fizikçilerin Aspect’in bulgularını açıklamak adına ayrıntılı yöntemler denemelerine neden oldu. Ne var ki diğerleri için de bu yöntemler, daha da radikal açıklamalarda bulunmalarını sağladı.

GİZLİ DÜZEN (Örtük, Saklı Düzen): Parçacıkların yerel olmayan ilişkilerini David Bhom bir plazma içindeki, elektronların, gelişi güzel, kaotik bir biçimde sürekli bir kararsızlık durumunu yaratarak hareket etmek yerine, tüm elektronların bilgisine göre yani holografik bir biçimde davranış sergilediğini ve buna da “plazmon” ismini vererek (aynı durumu metallerde de) deneysel olarak göstermiştir. Bu görünmeyen ve holografik özellikli sisteme “Gizli (Örtük) Düzen” ve bu düzenin kendi boyutlarınca belirdiği, göründüğü düzenleri de “Belirgin Düzenler” olarak ifade etmiştir. Böylece bir taneciğin, diğer taneciklerden, deney aletlerinden ve onu gözlemleyen (deneyi yapan ve izleyen) gözlemcinin zihninden veya gözlemcinin zihninin deney aletleri ve taneciklerden bağımsız olmadığı ve daha derin bir düzeyde birbirinden ayırt edilmeksizin Tek bir yapı oldukları, ancak belirgin düzende açığa çıktıklarında farklı isim ve yapılarla anıldıkları ve de bu iki düzen arasındaki gidiş gelişlerle de her an birbirleriyle bağlantılı oldukları görülür. Bu nedenle her şey bir diğer şeyin tüm özelliklerine sahip olan diğer aynı şeydir ki, varlık bu şekilde birbirinin devamı olarak sürekliliğini devam ettirmekte ve bundan ötürü fark edelim ya da etmeyelim, yine birbirlerini zaman – mekan kavramı olmaksızın her an ve her şekilde etkilemektedirler. Uzay- zamandan bağımsız etkileşmeyi sadece mekanlar arası değil, varlığın geçmiş-şimdi-geleceği arasında var olan aynı biçimdeki bağlantıyı da kapsayacak şekilde düşünmeliyiz. Bu zamansal bağlantıyı anlamak içinse, nasıl ki sağduyumuza göre geleceğimiz, geçmişimiz tarafından oluşturuluyorsa, geçmişimiz de aynı biçimde geleceğimiz tarafından şekillendirilmektedir. Dolayısıyla, olaya Tek bir gözle (bakış açısıyla) Bütünsel Boyuttan baktığımız taktirde ayrı ayrı olarak geçmişin mi geleceği yoksa, geleceğin mi geçmişi var ettiği sorusu anlamsızlaşır. Çünkü o boyutta, herhangi bir zaman ayrımı olmaksızın Tek bir zamanın varlığı söz konusudur. Tıpkı Einstein’ın “geçmiş, şimdi ve gelecek, sadece bir illüzyondan ibarettir. Her ne kadar gerçek görünseler de…” dediği gibi.

Gizli Düzende varlığın Tek olması ve Belirgin Düzenlerdeki tüm şeylerin birbirleriyle bağlantılı, ilintili olması dolayısıyla, evrenin herhangi bir noktasında meydana gelen bir aktivite, evrenin bilemediğimiz ve hatta hayal bile edemeyeceğimiz bir diğer noktasındaki bambaşka şeyleri etkileyerek onların çeşitli şekillerde harekete geçmesini sağlamaktadır. Bu durumun tüme olan genelleştirilmesini parçacıklar açısından irdelersek; bir elektron (tanecik) tüme (Bütüne) ait olan bilgiye göre hareket ederken aynı zamanda tüm parçacıklar da bir elektronun tüm özelliklerine sahip olarak davranışlarını düzenlerler. Yani bir parçacık bütün parçacıkların davranışlarını etkilerken aynı şekilde tüm parçacıklar da bir taneciğin hareketini etkilemektedir. Varlığın Gizli Düzendeki Tekliği (Bütünselliği) ve Belirgin Düzenlerdeki her bir şeyin de diğer tüm şeylerle olan bağlantısını göz önüne aldığımızda ise, Tek’in dışında ikinci bir şeyin hiçbir şekilde mevcut olmadığını, bu nedenle de Belirgin Düzenlerde görünenlerin kendilerine özgü özgür ve hür iradelerinin olmadığını görürüz. David Bohm, atomaltı parçacıkların, birbirlerini ayıran mesafeye rağmen ilişkide kalabilmelerinin nedenini parçacıkların ileri geri bazı gizemli sinyaller vermelerine değil, gerçekte ayrı olduklarının bir illüzyon (aldatmaca) oluşuna bağlıyor. Bohm, fiziksel gerçekliğin nihai doğasının bize göründüğü gibi ayrı objelerin bir toplamı değil, daha çok sürekli ve dinamik bir akışa ait bölünmemiş bir bütün olduğunu önermektedir. Bohm’a göre, kuantum mekaniğine ve rölativite teorisine ait anlayışlar bölünmemiş, tüm parçaları tek bir birlik içinde birleşen bir evreni işaret etmektedir.

Sözedilen bölünmemiş bütün statik değil, daha çok sabit bir akış ve değişim halindedir; buna her şeyin ondan varolduğu ve sonuçta her şeyin onda eriyeceği bir tür görünmez esir (eter) denilebilir. Aslında, zihin ve madde de bir bütündür. Bohm kendi teorisini “holo eylem” olarak tanımlıyor. Holo ve eylem kelimeleri gerçekliğin iki asli özelliğine işaret etmektedir. Eylem kısmı gerçekliğin sabit bir değişimi halinde olduğuna, akışın ise yukarıda bahsedildiği gibi olduğuna işaret eder. Holo kısmı gerçekliğin holograma çok benzer bir şekilde yapılandığını gösterir. Bohm, evrenin bir holograma benzediğini söylemektedir.

Üç boyutluluğu ifade etmek için şöyle bir örnek verelim. Eğer bir gül hologramını tam ortadan ikiye bölündüğünü düşünürseniz, sonuç itibariyle iki parçada gülün kendisini içerecektir. Yani holografik bir şeyi ikiye bölerseniz, gülün tam ve kesin hali iki parçada da var olacaktır. İki boyutlu fotoğrafların aksine holografik resimlerin parçaları, tüm resmin bilgilerini de içerir.Yani, Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir. “Tümü her parçanın içinde”, cümlesi hologramların mantığını anlamayı kolaylaştıracak bir ifade olacaktır. Güncel bilim anlayışı, bir fareyi incelerken de, bir atomu incelerken de aynı prensiple hareket eder. İncelediğini küçük parçalara ayırır, parçaları anlamaya çalışır, küçük parçaları anladığında ise, bütüne gider yani tümevarım metodunu izler. Oysa hologramların her parçası bütünü içinde barındırır. Yani parçalar, bütünün sadece ufaltılmış bir modelidir. Dolayısıyla, hologramları anlamak için, tümevarım yöntemi geçersizdir. bu durum Bohm’u Aspect’i daha iyi anlamak için başka yöntemler kullanmaya itti.

Bohm’a göre, parçalanmış bir atomda dahi birbirinden ayrılmış olsun veya olmasın, her atom parçacığının birbiriyle iletişim halinde olması ve birbirine bazı sinyaller göndermesinin, bir açıklaması ancak bütün bunların birer iluzyon olmasıyla olabilirdi. Özellikle bu iletişimin mesafeden bağımsız olması onun bu düşüncede ısrar etmesine neden oluyordu. Böylece atom parçacıkların bireysel ve tek özneli bir şeyin parçası olmaktan ziyade, daha temel bir noktada bütün kütlelerin onun uzantısı olduğu bir derin gerçekliğin varlığını öne sürdü.

İnsanların bu ifade ettiğini daha iyi anlamaları için Bohm şu sunumu yaptı. Bir akvaryum düşünün, içinde bir balık olsun ve akvaryumu direk olarak değil de iki kameradan izlediğinizi düşünün. Kameralardan biri akvaryumun ön yüzüne, diğeri yan yüzüne baksın. Akvaryum hakkında daha önceden bilgilendirilmemiş biri ilk olarak bunu iki farklı balık olarak algılayacaktır fakat daha dikkatli incelediğinde, iki farklı görüntü arasında bir bağ olduğunu görecek ve birbirlerinden çok az farkları olduğunu sezecektir. Balık su içinde manevra yaptığında, iki görüntü sanki farklı gibi olsa da birbiriyle uyuşacaktır. Birinde gözleri izleyene bakarken, diğerinde yan tarafı dönük olsa da iki görüntü arasındaki ilişkiyi anlamak çok sürmeyecektir. Ya bu balık aynı balıktır, eğer bu iki farklı balık ise, birbiriyle iletişim halindedir, sonucuna ulaşmak kaçınılmaz. Fakat bu durum net olarak konumuz değil, konumuzu da tam olarak açıklayamaz. Bu sadece Aspect’in deneyindeki iki farklı atom parçacığı arasındaki koordinasyonun ne denli çarpıcı olduğunu basitleşerek anlatmaktan ibarettir. Aspect’in deneyi, akvaryum benzeştirmesinden çok daha kompleks bir temel boyutun, anlayışlarımızı kökten değiştirecek bir gerçeğin var olduğunu gösterir. Birbirinden bağımsız ama aslında aynı şey olan, aynı gerçekliğin parçası olan iki nesne gibi. Parçalanmış bir hologram gibi, bölünmüş ama aynı bütünü içinde barındıran parçalar. Dolayısıyla, evrenin kendisi de bir hologram veya hologram gibi bir şey olabilir. Diğer yandan eğer iki atom alt parçacığı arasında bir koordinasyon, iletişim ve bağ varsa, bu aynı zamanda bütün kâinatın da bir koordinasyon, iletişim ve bağ içinde olduğunu gösterir. Yani insan beynindeki bir karbon atomu, yüzen bir somon balığının içerdiği karbon atomuyla ilişki içinde olması anlamına gelen bu durum, aynı zamanda evrenin başka yerlerindeki karbon atomlarıyla da ilişki içinde olması anlamına da gelir. Yani herşey herşey ile ilişki, iletişim ve koordinasyon halinde olabilir. Bu durum, aynı zamanda herşeyin suni olduğu anlamına da gelebilir.

Bohr’un konunun ilgililerini en çok ürküten iddialarından biri de, günlük yaşantılarımızın somut gerçekliğinin gerçekten bir tür illüzyon olduğudur, tıpkı bir holografik imajda olduğu gibi. Bunun altında yatan gerçek, var oluşun daha derin bir düzeni; tıpkı bir holografik film parçasının bir holograma hayat vermesi gibi, fizik dünyamızın nesnelerine ve görünümlerine de hayat veren gerçekliğin daha geniş ve daha temel bir seviyesidir. Bohm, gerçekliğin bu daha derin seviyesine “saklı düzen”, bizim içinde bulunduğumuz seviyeye veya var oluşa da “görünür düzen” adını vermektedir. Başka bir bakışla, elektronlar ve tüm diğer parçacıklar bir suyun kaynağından fışkırırken aldığı geçici formdan öte bir şey değildir. Bunlar, saklı düzenden yayılan sürekli bir akış ile desteklenirler ve bir parçacık yok oluyor gibi göründüğünde de aslında kaybolmaz. Bu durumda parçacık sadece bünyesinden çıktığı derinlerdeki düzene geri dönmüştür. Bir holografik film parçası ve onun meydana getirdiği imaj da saklı ve görünür düzenlerin birer örneğidir. Film bir saklı düzendir çünkü kendisine kodlanmış olan imajın girişim modelleri, bütünden açığa çıkan saklı bir bütünselliğin yansımalarıdır. Filmden projekte edilen hologram görünür düzene aittir çünkü imajın açığa çıkmış ve algılanabilir haldeki bir görünümünü temsil etmektedir.

Günümüze dek evren kavramı herşeyi kapsayan, bir üst kavram gibi konuşuldu. Fakat bu anlayışa göre evren kapsayıcı bir unsur değildir. Zaman ve mekan üstü iletişim ve koordinasyonlar, evreni bir temel yapamaz, dolayısıyla, evren de bu sahnenin sadece bir unsurudur, aynen balığı izleyen iki kamera veya monitör gibi. Daha derin bir gerçekliğin, izdüşümü veya görüntüsü, evrenin kendisi olabilir yani evren bir sanal gerçeklikten ibaret olabilir. Belki bir varsayım olarak geçmişi, şu anı ve geleceği kapsayan bir süper hologramdan da söz edilebilir. Bu derin gerçekliğe ulaşabilirsek, belki de geçmişten veya gelecekten sahneleri çekip alabiliriz. Bu belki de herşeyin onun üzerinden koordine olduğu derin gerçeklik, kuasarlardan çıkan kar taneleri gibi veya gamma ışınlarından çıkan beyaz balinalar gibi, bir kozmik market olabilir. Herşey budur, diyebileceğimiz kadar derin bir gerçeklik. Diğer yandan Bohm’a göre başka hangi yalanların bu süper hologram ile çözülebileceğinden emin değildi. Ve bu emin olmama durumu içinde, bu bahsettiği süper holografik gerçekliği, mutlak gerçeklik olarak tanımladı. Bu tanım bir sonsuzluk ifadesini de içinde barındırıyordu.

KARL PRIBRAM: Bohm, evreni bir hologram olarak tanımlayan tek bilim adamı değildi. Standford beyin araştırmaları merkezinden, nörofizyolojist Karl Pribram, doğanın holografik gerçekliğini savunanlardandı. Pribram bilgilerin beyinde nasıl depolanacağını holografik olarak modellemişti. Yani insanın algısının holografik olduğunu göstermişti.

Pribram’ı holografik modeli biçimlendirmeye yönelten ilk çıkış noktası, anıların beyinde nasıl ve nerede depolanmakta olduğu sorusuydu. Bu gizemle ilgilenmeye başladığı 1940’ların ilk yıllarında anıların beyinde belirli bir yerde yerleşmiş olduğu kanısı egemendi. Kişinin sahip olduğu her anı, örneğin büyük annesini en son gördüğün anın, beyin hücrelerinin belirli bir yerinde bulunduğuna inanılırdı. Bu gibi anı izlerine engramlar deniliyordu, bir engramın hangi maddeden yapıldığını-bir nöron mu, yoksa özel bir tür molekül mü olduğunu – hiç kimse bilmiyordu. Genç bir nöroşirurji öğrencisi olan Pribram’ın, Penfield’ın enegram kuramından kuşkulanmak için bir nedeni yoktu. Ancak daha sonra düşüncesini tümüyle değiştirmesine neden olan bir şey oldu. Büyük Nöropsikolog Karl Lashley’le çalışmaya başlamıştı. Lashley hafızadan sorumlu o bir tür bilinmeyen mekanizma üzerinde otuz yıldır kişisel inceleme yapıp, duruyordu ve orada Pribram, Lashley’in çalışmalarının meyvelerine ilk elden tanık oldu. Şaşırtıcı olan, Lashley’in engramın varlığı konusunda hiç bir ipucu elde edememiş olmasınında ötesinde, yaptığı incelemenin, Penfiled’ın tüm bulgularının dayandığı zemini yerle bir etmiş olamasıydı. Lashley’in yaptığı şey, fareleri, örneğin bir labirent içinde koşturmak gibi çeşitli görevleri yerine getirmek üzere eğitmekti. Farelerin beyinlerinin çeşitli bölümlerini ameliyatla çıkarttıktan sonra yine bu deneyleri uyguladı. Amacı, farelerin beyinlerinden labirent içinde koşma yeteneklerinin anılarını kapsayan bölümleri devreden çıkartmaktı. Beyinlerinden hangi oranda parça alırsa alsın,

Anılarını ortadan kaldıramadığını görerek şaşırmıştı. Genellikle farelerin motor yetenekleri zayıflıyor ve labirentin koridorlarında beceriksizce topallıyorlardı ama beyinlerinin büyük bir bölümü çıkarılmış olsa bile hafızaları inatla tam kalıyordu. Pribram için bunlar olağanüstü bulgulardı. Eğer hatırlara beynin içinde kütüphane raflarında belirli yerlerde bulunan kitaplar gibi özel yerlere sahipse, Lashley’in cerrahi müdaheleleri onlar üzerinde niçin etkisiz kalıyordu? Pirbram’a göre bunun tek nedeni, hatıraların beynin belirli bir bölümünde yerleşmiş olmayıp, tüm beynin içinde bir biçimde yayılmış ya da dağıtılmış durumda oluşuydu. Sorun, bu durumun oluşmasını hangi mekanizma ya da sürecin sağladığı konusunda bir düşünce üretilememesiydi.

1960’ın ortalarında, Scientific American dergisinde okuduğu bir makale onu şimşek gibi çarptı. Bu makale, bir hologram düzeninin nasıl kurulduğunu anlatıyordu. Şaşırtıcı olan yalnızca holografi kavramının kendisi değildi, aynı zamanda Pribram’ın çözmeye çalıştığı bilmeceye bir çözüm sağlıyordu.

Holografinin ortaya çıkamasına neden olan şey girişim diye tanımlanan olgudur. İki ya da daha çok dalga-tıpkı su dalgaları gibi – birbiri içine geçtiğinde oluşan çapraz çizgili desenlere girişim denir. Örneğin bir havuza bir çakıl taşı attığınıza suda bir dizi eş merkezli dalgalar oluşur. Ve bunlar kendi dışlarına doğru yayılır. Eğer havuza iki taş atacak olursanız, iki dizi dalganın yayılıp, birbirinin içinden geçtiğini görebilirsiniz. Böyle çarpışmanın neden olduğu dalga sırtları ve çukurlarından oluşan karmaşık düzenleme, bir girişim desenidir. Dalga benzeri her fenomen ışık ve radyo dalgaları da dahil bir girişim deseni yaratabilir. Lazer ışını son derece saf, birbiriyle uyumlu bir ışık türü olduğu için, girişim desenleri yaratma konusunda özellikle başarılıdır.Deyim yerideyse lazer, kusursuz bir çakıl ve kusursuz bir havuz oluşturur. Sonuçta, bugün bildiğimiz hologramlar ancak lazerin bulunuşundan sonra oluşturulabilmişleridir.

Bir hologram, tek bir lazer ışınının iki ayrı ışına ayrılması ile oluşur. İlk ışın, fotografı çekilecek nesneden sektirilir. Sonra ikinci ışın, ilkinin yansıyan ışığıyla çarpıştırılır. Bu durumda ortaya çıkan girişim deseni daha sonra bir film parçalayıcısına kaydedilir. Çıplak gözle bakıldığında film üzerineki imgenin, fotoğrafı çekilen nesneyle uzaktan yakından hiç bir benzerliği yoktur. Daha çok, havuza atılmış bir avuç çakıl taşının oluşturuğu eş merkezli halkalara benzemektedir. Ancak başka bir lazer ışını (ya da bazan benzer bir parlak ışık kaynağı) filmin içinden geçip, onu aydınlatacak olursa orjinal nesnenin üç boyutlu bir imgesi yeniden ortaya çıkar. Böylece imgelerin üç boyutluluğu genellikle insanı ürkütecek derecede inandırıcıdır. Bir holografik projeksiyonun çevresinde dolaşabilir ve sanki gerçek bir nesneymiş gibi ona değişik açılardan bakabilirsiniz. Bununla birlikte uzanıp, ona dokunmak isterseniz eliniz görüntünün içinden geçip gider, ancak o zaman orada gerçekte hiç bir şey olmadığını anlarsınız.

Hologramın tek şaşırtıcı özelliği üç boyutlu oluşu değildir. Üzerine bir elma imgesi kaydedilmiş bir holografik film parçasını ikiye böler ve ve sonra parçaları lazerle aydınlatacak olursak, her iki yarının da elma imgesinin bütününü kapsamakta olduğunu görürüz! Bu yarım filmleri tekrar tekrar bölerek yine aynı işlemi yineleyecek olursak, bütün elma imgesinin en küçük parçanın üzerinde bile (parçalar ufaldıkça imgeler biraz flulaşmakla birlikte) yer aldığını görerek yeniden şaşırabiliriz. Normal fotoğrafların tersine, holografik bir film parçasının en ufak parçası, bütün üzerinde kaydedilmiş tüm bilgileri kapsamaktadır.

Pribram’ı böylesine heyecanlandıran şey de işte hologramın bu özelliğiydi; çünki, hatıraların beyinde belirli bir yerde olmayıp da tüm beynin içine nasıl olup da dağılmış bulunduğuna bir yanıt getiriyordu sonunda. Eğer bir holografik filmin her bir parçası, bütün bir imge yaratabilmek için gereken tüm bilgiyi kapsıyorsa, beynin her parçasının da yine aynı biçimde tüm hafızayı hatırlayabilemek için gerekli tüm enformasyonu içermesi mümkündür.

Pribram 1970’lere dek kuramanı doğrulayacak yeterince kanıt birikimin sağlandığı düşüncesindedir. O’nu rahasız etmeye başlayan soru ise şuydu: Eğer beyinlermizdeki gerçeklik görüntüsü aslında bir görüntü değilde, bir hologramsa, bu neyin hologramıydı? Bu sorunun yarattığı açmaz, bir masa başında oturan bir grup insan yerine bir leke halindeki girişim deseniyle karşılaşmaya benzer. Her iki durumda da kişi şu soruyu sormakta haklıdır: Hakiki gerçeklik nedir? Gözlemci tarafından gözlenen ve görünüşe göre olan nesnel dünya mı, yoksa kamera/beyin tarafından kayıtlanan girişim desenlerinden oluşan leke mi?

Pribram, holografik beyin modelinden çıkartılacak mantıksal önermenin, nesnel gerçekliğin – kahve fincanları, dağ manzaraları, karaağaçlar ve masa lambaları dünyasının- belki gerçekte var olmadığı ya da bizim inandığımız anlamda var olmadığı sonucunu doğuracağını algıladı. Mistiklerin yüzyıllar boyu söyleyip durdukları şey doğru olabilirmiydi? Gerçeklik bir maya, bir hayal miydi? Oralarda var olan şey gerçekte, tınlayan, engin bir dalga boyları senfonisi, ancak bizim duyumlarımıza ulaştıktan sonra bildiğimiz dünyaya dönüşen bir ‘ frekanslar ülkesi’miydi?

Aradığı çözümümün kendi alanı dışındaki bölgelerde olabileceği düşüncesiyle fizikçi oğluna gidip onun görüşünü almak istedi. Oğlu kendisine David Bohm adındaki fizikçinin çalışmalarına bakmasını öğütledi. Pribram bunu yapınca elektrik çarpmışa döndü. Yalnızca sorusunun yanıtını bulmakla kalmadı, aynı zamanda Bohm’un görüşüne göre tüm evrenin bir hologram olduğunu keşfetti.

“Evren bir hologramdır.”

1960′larda ise Pribram, bilginin beynin nöronlarında veya küçük nöron gruplarında depolanmadığını ve kodlanmadığını ispatladı. Pribram, sinir ağı içindeki bütün beyni dolaşan impulsların bazı lazere benzer demetler ve şekiller oluşturduğunu ve bu toplu dolaşım arasındaki etkileşimin beyinde beş duyunun aktardıklarını şekillendirdiğini gösterdi. Başka bi ifadeyle zihnin kendisinin bir hologram olduğunu söyledi. Pribram’ın bir diğer araştırması da beynin veri kapasitesiyle ilgiliydi. Beynin nasıl olupta bu kadar veriyi depolayabildiğini merak ediyordu. Ona göre ilk bakışta beyin bu kadar veriyi depolamak için yetersiz olmalıydı. Araştırmasının ileri aşamalarında sıradan bir insanın beyninin, ortalama bir insan ömrü süresinde 10 milyar bit’e yakın veri depolayabildiğini ortaya koydu. Bu rakam oldukça büyüktü.

Bu araştırma aynı zamanda elektronik alanında veri depolama teknolojisine de ışık tuttu ve holografi ile veri depolayan yeni aygıtların, aynı boyuttaki disklerin çok ötesinde veri depolayabildiği görüldü. Bu teknolojiye göre, sadece lazer ışınının açısını değiştirerek aynı yüzeye birçok veri depolamak mümkün hale geldi ve bir santimetreküp veri filmine, insan kapasitesine eşdeğer yani 10 milyar bit veri bu teknoloji ile depolanabildi. Eğer beyin holografik bir depolama tekniği kullanıyorsa, o halde burada ikinci bir soru gündeme gelmeliydi. Nasıl olurda milyarlarca bit veri içinden, bir veriyi insan dilediğinde çıkarıp alabiliyordu, ve bunu böylesine hızlı yapabiliyordu? Birine “zebra deyince aklınıza ne geliyor?” gibi sonsuz ihtimalli cevapları olan bir soru sorduğunuzda, insan beyni, “ata benziyor”, “çizgili”, “yabani hayvan” gibi etiketler kullanarak benzeştirmeler sonucu, milyarlarca detayı beyninde eleyerek size, kısa sürede bir cevap verecektir.

İnsan beyninin bir diğer özelliği de, beyindeki her verinin diğeri ile sentezlenmeye her an hazır olmasıdır. Her veri diğeriyle iletişim halindedir ve bu aynı zamanda hologramında bir özelliğidir. Elbette hafıza ve veri depolama yeteneği sadece Pribram’ın teorisinde olduğu gibi bir nörofizyolojik olay değildir. Burada sorulan bir diğer soru da nasıl olurda beyin beş duyudan bir çığ gibi gelen frekansları kodlar ve çağrıldığında yine bir çığ gibi depolanmış olan verileri tekrar çözümler? Burada pribram beynin bu çığ gibi gelen verileri bir tür matematik kodlama kullanarak kodladığını ve çözümlediğini öne sürmüştür. Pribramın teorileri, günümüzde nörofizyolojistler tarafından daha fazla kabul edilir hale gelmiştir.

Arjantin kökenli, italyan araştırmacı, Hugo Zucarelli, Pribram’ın teorisini biraz daha genişleterek, insanın sesin geldiği yeri, tek kulağı olmasa bile ve kulaklarını oynatamadığı halde yaptığı deneylerde tespit etti ve bunu holografik beyin teorisiyle açıkladı. Zucarelli aynı zamanda bu araştırma sürecinde, holografik ses depolama tekniğini de geliştirerek, bu kayıtlarda enteresan bir şekilde sesin geldiği ses kaynağını da gerçekçi bir şekilde kayıt etmeyi başardı. Pribram’ın beynin matematik bir kodlama kullandığı ve gelen frekansları matematik kodlar yardımıyla çözdüğüne dair araştırma ve teorisi başka araştırmalarında önünü açtı. Diğer yandan bu takip eden araştırmalarda her duyunun diğer duyularla iletişim halinde olduğu tespit edildi. Örneğin gözler, kokulardan enteresan bir şekilde etkileniyordu. Bu etkileşimi beyinde oluşturan frekanslara bilimadamları: osmik frekanslar adını verdi. Osmik frekans araştırmaları gösterdi ki vücudumuzdaki bütün hücreler algı frekans aralığıyla etkileşim halindedir. Bu araştırma sonuç olarak şunu önerdi, holografik algılar, parçalara ayrılarak geleneksel 5 duyu algılarına dönüşüyor.

Mistisizm Başlıyor…

Burada insanın aklını zorlayan durum Bohm’un teorisiyle, Pribram’ın teorisi bir araya getirildiğinde başlıyor. Eğer dünya ikincil bir gerçeklik ise, frekansları gerçekliği görmemizi engelleyen şekilde bulandıran nedir? Eğer beyin bu ikincil frekansları alıp matematik bir çözümlemeye tabi tutuyorsa, asıl gerçeklik nedir? Beyin dünya hologramının bütünü içeren bir parçası mıdır? Bohm-Pribram sentezi birçok yeni bilimsel kapıyı aralayacak gibi görünüyor. Bütün bunları bir arada düşündüğünüzde, eskiden parapsikolojik veya doğaüstü gibi görünen, telepati ve diğer paranormal olayın, insanların duyduğunu, gördüğünü yaşadığını iddia ettiği şeylerin bir açıklaması olabilir mi? Hasta olduğu sanılan, şokta olduğu sanılan bazı kişilerin bu diğer insanlardan farklı algıları açıklanabilir mi?

Kuantum fiziğindeki bu özellikler; dünyanın bizim onu gözlemlememizden bağımsız, belirli bir varlık durumu olduğu fikrini sona erdirerek, klasik nesnelliğin var olmadığını; gerçeğin gözlemci tarafından yaratıldığını ve dünyanın insanın niyetinden bağımsız olarak belli bir durumda var olmadığını göstermektedir.Tıpkı bir cihazı kurup onu gözlemleyişimize kadar, atomik dünyanın belirli bir durumda olmayışı gibi. (Klasik anlamda değil, ama dalgasal formda farklı bir biçimde mevcuttur. Çünkü kuantum altı boyutta İndeterminizm değil, Determinizmin varlığı söz konusudur.) Kuantum düzeylerine inildiğinde sistemin Zihinden bağımsız açıklanamayacağını söyleyen (ayrıca buna Antropik ilke de denmektedir) Prof. Dr. John A. Wheleer: “Eğer evreni şekillendirecek gözlemciler olmasa, fizik yasaları, tüm değişen evren ve evrenler olmayacaktı. Çünkü gözlemcilerin var olmadığı evren, yok demektir.” diyerek “kendi kendini besleyen (self reference)” adını verdiği evren modeliyle her şeyin bir diğer şeyi meydana getirdiğini, dolayısıyla bizim kuantum parçacıklarından makroskobik boyutlara kadar tüm evreni oluşturduğumuz gibi, aynı zamanda evrenin de bizi meydana getirmekte olduğunu belirtmektedir. ·Bu da bizi, algılananın mutlak evren değil, sadece insanın evreni olduğuna; bunun gibi her boyut algılayıcısına göre de sonsuz sayıdaki evrenlerin bulunduğuna ve evrende mevcut olan bağlantılar dolayısıyla insanın boyutsal bilinç sıçraması sonucu genişleyen-değişen algı durumu ile birlikte Hakikâti olan bu boyutlara uzanabileceği gerçeğine götürür. Böylece evren ve boyutları tüm varlıkların katılımlarıyla rölatif (izafi) bir biçimde hiyerarşik olarak var olmuş Tekil bir yapıdır.

Mistik alanda; bir yönüyle Salt Bilinç, bir yönüyle İnsanı Kâmil, diğer bir yönüyle de Evrensel Enerji olan Kuantsal Bütünlüğün, Kâinat adı altında zaman ve mekândan bağımsız olarak her an kendi sistemiyle yaşamını sürdürdüğünü, bu nedenle her şeyin aslında bu Kuantsal Bütünlüğün kendi kendisini seyrinden ibaret olduğunu belirtmektedir. Jhon Bell’in ortaya koyduğu gizli değişkenler, bazı bilim adamlarınca tünel süreci olan Takyonlar vasıtasıyla açıklanırken, David Bhom da daha önce belirttiğimiz gibi, Kuantum altı düzeyi (ve dolayısıyla takyonları da) kuantum potansiyeli adını verdiği holografik bir sistemle açıklayıp evrende her şeyin, her şeyle çaprazlama biçimde ilişkili halde, evrenin tüm boyutlarıyla tek bölünmez bir bütün olduğunu belirterek, düzensizliğin var olmadığını göstermiştir. Tıpkı gliserin dolu bir kavanozun içine bir mürekkep damlası yerleştirildikten sonra, kavanoz içindeki silindirin döndürülmesiyle, bu damlanın yayılıp gözden kaybolması, ters yönde çevrilmesiyle de damlanın yeniden bir araya gelerek belirmesinin, damlanın ortadan kaybolmasıyla yok olmayarak, sistemin farklı boyutlarında farklı düzenlerin mevcut olduğunu göstermesi ile suretleri meydana getiren holografik plakaya kaydedilmiş bulunan girişim deseninin çıplak gözle bakıldığında ilkin düzensiz bir biçiminde görünmesine karşın, bu girişim örgüsüne uygun ışık ışınları düşürüldüğünde düzenli üç boyutlu görüntülerin görülmesi gibi… Bu noktada Neils Bhor da “büyük bir yenilik, ortaya çıktığında önce karışık ve garip görünür” sözüyle destek vermektedir.

Böyle bir anlayış da bizi; düzenli-düzensiz (kaos), canlı-cansız, madde-şuur… gibi birbirleriyle ilişkili (bağlantılı) dualitelerin hiçbir zaman mevcut olmadığına, yani her şeyin düzenli, canlı ve şuurlu olarak, bunlardan maddenin, şuurun bir hali olduğuna, bu nedenle de şuur ve madde (dolayısıyla diğer ikilemlerin) arasındaki görünür farklılığın bir yanılsamadan ibaret olup ancak her ikisinin, nesnelerin ve lineer zamanın belirgin dünyasında ortaya çıktıktan sonra oluşabilen bir yapay olgusu olduğuna götürür ki,böyle bir evren için de Kaos kavramına yer yoktur.

TEKİN SEYRİ, Ahmed Hulusi

“Kuantum Fiziği” ve ona dayalı olarak inşa edilen “Holografik Beyin ve Evren” gerçeğine açıklık getirmeye çalışan bölümlerimiz ile; Tasavvuf’un “Vahdet” müşahedesinin tespit ettiği “Âlemlerin aslı hayâldir” realitesi bu kitapta olabildiğince net bir şekilde açıklanmaya çalışılarak; bilim ile tasavvufun, “aynı şey”in iki ayrı yorumlaması olduğu anlatılmak istenmiştir. Gerçekte varolan “tek yapının” = “hakikatin” geçmişte sezgiye veya “vahye” dayalı bir şekilde algılanıp; “mecâzî” bir şekilde, benzetme yollu, semboller yollu dile getirilmesiyle; 1990′larda en son şeklini alan bilimsel bakış açısının aynı gerçekte buluşması, elbette ki ehli için büyük bir zevkle temâşa edilecek bir kemâlât ve güzelliktir!. En son bilimsel tespitlere göre; EVRENİN ASLI, KUANTSAL YAPIDAN OLUŞAN ve HOLOGRAFİK ÖZELLİK GÖSTEREN BİR TÜMELLİKTİR. Atomaltı parçacıkların bulutumsu hareketlerinin Holografik özellik gösterdiği deneylerle gösterilmiştir. Tespit edilen ilginç bir durum da, ATOMALTI PARÇACIKLARIN BİRBİRİ İLE İLİŞKİLİ olduğudur. Bu ilişki, parçaların bütün tarafından organize edildiğini ortaya koymaktadır. Yani, atomaltı parçalar bağımsız değildir; Gizli bir düzen tarafından organize edilmektedir. Holografik yapının özelliğine göre, varlığın tümünde olan her özellik, varlığın her zerresinde tam olarak mevcuttur. Herşey birbirinin devamı olarak süreklilik arzetmektedir; herşey, bir diğer şeyin taşıdığı tüm özellikleri bünyesinde barındırmaktadır ve aynı diğer “şey”dir. Varlık, bildiğimiz “evren” kavramı ötesinde, Bölünmez, parçalanmaz, parçaların bütünü olarak meydana gelmemiş TEK bir yapıdır!. Bütün bunların sonucunda ortaya çıkan gerçek, evrende mekânı olan herhangi bir yerdeki bir TANRININ varlığından sözedilemeyeceğidir. Öte yandan İslâm’ın kutsal kitabı Kurân’a göre de, “TANRI YOKTUR, SADECE ALLAH VARDIR”. Bu “ALLAH”, “AHAD”dır!. Yani, öyle bir TEK ki, varlığı yanısıra ikinci bir varlıktan sözedilemiyeceği gibi; O’nun parçaların birleşmesiyle oluşan bir tümel yapı olduğundan da sözedilemez.

HOLLOGRAM VE TASAVVUF, Ahmet F. Yüksel

Bu açıklayıcı bilgilerden sonra, dini verilerin de ışığı altında beynin nasıl programlandığını düşünelim… Kişinin “Ayan-ı Sabite” denilen, sabitleşmiş ana programını oluşturan yüz yirminci gündeki kozmik ışınlar, meleki tesirler ile yedinci ve dokuzuncu aylarda ve nihayet doğum anında alınan tesirler ile beyin programlanmaktadır. Zaten insan, Allah isimlerinin manalarının bir terkip halinde oluşmasıyla meydana gelmiş bir birim. Ve bu kemalatın genetik verilerle insandan insana nakledilmiş olması dolayısıyla, bu doksan dokuz isim her insanda mevcut. (Bakara 30-31) Ayrıca İnsan, Zat, Sıfat, Esma ve Ef’al boyutlarını özünde bulunduran bir birim. Hologram prensibinin en önemli özelliği, her noktasının bütün cismin görüntüsünü verebilmesidir. Hologramın her noktasına cismin her tarafından ışın dalgaları gelmekte ve orada kaydedilmektedir. Bu nedenle, hologram plakası ne kadar koparılsa, kırılsa bile her parça bütünün bilgisini içinde taşımakta ve gerektiğinde bütünün tam görüntüsünü tek başına vermektedir. Şimdi, bu verilerle şu sonuçlara ulaşabiliriz: Görüntülenmesi istenen cisimden yansıyarak gelen lazer ışınının hologram plakasına cismin görüntüsünü kaydetmesi gibi, insan beyinleri de, doğum öncesi ve doğum anında, kökeni meleklere dayanan burçlar olarak tabir ettiğimiz sayısız takım yıldızlardan gelen kozmik ışınlarla programlanmış oluyor. Nasıl benzer frekanstaki ışınları plakaya gönderdiğiniz zaman cisim üç boyutlu olarak ortaya çıkıyorsa, Burçlardan ve Güneş sistemindeki planetlerden gelen ışınlar da, o programlanmış olan insan beyinlerini etkilemekte ve kişilerden programları doğrultusunda çeşitli fiillerin, davranışların ve düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmaktadırlar. Aslında plaka üzerinde görülen üç boyutlu cismin gerçekte bir varlığı yoktur, dalga boylarının oluşturduğu bir modeldir (ya da hayaldir) biz onu var gibi görmekteyiz. Bunun gibi, insan beyni de bu noktada tıpkı bir hologram gibi çalışmaktadır ve biz beş duyumuzun kapasitesi gereğince kendimizi bir birim gibi kabul edip, çevremizde gördüğümüz her şeyin de varolduğunu sanırız. Gerçekte, o hologram plakasındaki görüntünün bir gerçekliği olmadığı gibi, çevremizde görüp var kabul ettiğimiz bir takım şeylerin de bir varlığı yoktur. Fiil diye algılananlar tamamiyle manalardır. Tasavvuf tecrübeli bu anlamda “eşyanın menşe-i”ni düşünmek tevhiddir demiştir. Her mana ise, belli frekanstaki bir dalga boyudur. Böylece beyin holografik olarak evreni algılamaktadır. Buradan hareketle, makro plandaki Evren de tıpkı beyin hücreleri gibi, kökeni kuantsal enerjiden ibaret bir hologramik yapıdır. Mutlak manadaki Evreni bir an için, hologram plakası gibi düşünün. Sonsuz, sınırsız tek olan Allah, kendindeki manaları seyretmeyi dilemiş ve bu manaları çeşitli şekillerde terkiplendirerek sonsuz sayıda varlıkları meydana getirmiştir. Fakat bu varlıklar, o tek varlığın ilmiyle ve ilminde yoktan var ettiği ilmi suretlerdir. Bu yoktan var ettiği bütün birimler, O’nun ilmiyle, O’nun ilminden ve O’nun varlığından meydana gelmiş olması nedeniyle, o varlıklarda kendi varlığının dışında hiçbir şey mevcut değildir. Tasavvufi anlatımla da olsa evren tek bir ruhtan meydana gelmiştir ve evrende mevcut olan her şey hayatiyetini bu ruhtan alır. Ve bu ruh, aynı zamanda şuurlu bir yapı olması nedeniyle, ilme, iradeye ve kudrete sahiptir. İşte bu evrensel ilim, güç ve irade hologramik bir şekilde Evrenin her katmanındaki her birimin, her noktasında mevcuttur. Bu gerçeğe ermişlerin, “Zerre küllün aynasıdır” şeklinde anlatmaya çalıştığı konu, mutlak bir iradenin yanında bir de irade-i cüz’iyenin var oluşu şeklinde anlaşılmıştır. Sizin vücudunuzun her zerresinde o kozmik güç, ilim ve irade aynı orijinal yapısıyla mevcut bulunmaktadır. Ve siz bir şeylerin olmasını istediğiniz zaman, ötelerdeki bir varlıktan talep etmiyorsunuz, kendi varlığınızdakinden, Öz’ünüzden istiyorsunuz. Yani Öz’ünüzde mevcut olan Allah ilmi, kendi dilemesiyle ve kendi kudretiyle isteğinizi açığa çıkarıyor. Holografik yapının önemli bir diğer özelliği ise, zaman ve mekan kavramları olmaksızın, geçmiş, şimdi ve gelecek diye bildiğimiz her şeyi yani tüm bilgileri bir arada bulundurmasıdır. Zaman, mekan, geçmiş, gelecek diye algılananların hepsinin algılayanın kapasitesinden kaynaklanan göreceli değerler olduğu, bir kez de hologram prensibi ile destek görmüştür. Tüm’ün bilgisi, her zerrede özü itibariyle mevcuttur ancak: zerrenin de o tüm bilgiyi değerlendirebilmesi, mevcut kapasiteyi kullanabildiği ya da açığa çıkartabildiği orandadır. Levh-i Mahfuz, “kesreti” yani çokluk kavramlarını meydana getiren Esma Terkiplerinin “kaza ve hüküm”, bilgi ve bilinç boyutudur. Allah ilmindeki “hüküm ve takdirin” fiiller alemine yansımasıdır. Bu platformda her şey bilgi olarak, tasarım olarak tüm varoluş gerekçesiyle mevcuttur. Burada zaman ve mekan kavramı olmaksızın ezelden ebede kadar her şey bilgi olarak mevcuttur. İşte bu Levh-i Mahfuz alemlerin aynasıdır ve evrenin geni hükmündedir. Evrende ve onun boyutsal tüm katmanlarında meydana gelmiş olan tüm varlıklar, Levh-i Mahfuz diye bilinen bir üst boyutun tafsiliyle meydana gelmişlerdir. Burada mevcut olan her birim, galaksiler, burçlar, güneşler, planetler ve dünya üzerindeki her şeyin varlığını Allah’tan alır. Ve herbiri kendi boyutunun algılayıcısına göre vardır. Gerçekte var olan, sadece ve sadece tek’tir, varlık Vahidül Ahad olan Allah’dır. Evrende mevcut olan bu mana suretlerinin hepsinin de tek’in tüm özelliklerini içermesi ve müstakil bir varlıklarının, mevcudiyetlerinin olmaması ve Mutlak yaratıcı her zerrede zatıyla, sıfatlarıyla ve esmasıyla mevcut olduğu içindir ki, evren de holografik özellik göstermektedir. Bunu tespit eden ermişler de “Alemlerin aslı hayaldir” diyerek bu gerçekliğe temas etmişlerdir.

Subliminal Messages:Bilinçaltı Mesajları ve 25.Kare Olayı

Posted by HavadanSudan |

Bilinçaltı çoğumuzun bildiği ya da duyduğu bir kavram. Bu kavram bilincimizin farkında olmadığı ama davranışlarımızın yönlendirilmesinde önemli rol oynayan bir yapıyı belirtiyor. Bilinçaltının en önemli özelliği ise bilicimizin farkına varmadığı olayları, sesleri, resimleri kaydetmesi. Siz beş katlı bir binaya çıkarken merdivenleri saymıyorsunuz ama bilinçaltınızda bu sayıyı biliniyor ve kaydediliyor. Aynı şekilde bebekliğimize dair anlıları bilinçaltı kayıtlarının arasında bulmak pekala mümkün. Bunlar nasıl mı gerçekleşiyor? Gözde bilimsel olarak “fovea hareketleri” isimlendirilen hareketler bulunuyor. Bu hareketler sayesinde göz devamlı çevremizi tarıyor ve aldığı bilgileri bilinçaltına atıyor. Bizler bu bilinçaltına gönderilen verilerin çok ama çok az bir kısmını hatırlayabiliyoruz. Burada önemli olan nokta bilinçaltına gönderilen verilerin karar verme ya da eyleme geçme aşamasında fikirlerimizi ve davranışlarımızı direkt olarak etkilemesi.

İşin korkunç yanı bilinçaltının tüm görüntü, ses, resimleri kaydetme özelliği 1900’lardan beri insanları yönlendirmek için kullanılıyor. Nasıl mı?

1900’lü yıllarda Knight Dunlap adında Amerikalı bir psikoloji profesörü illüzyon gösterisi yaparken bilincin farkında olmadığı “hissedilemez gölge” ler kullanarak aynı uzunluktaki iki çizgiyi seyircilerin farklı algılamasını sağlamıştı.

1957 yılında market araştırmacısı James Vicary sinema ekranında çok hızlı bir şekilde parlayan mesajların insanların gıda üzerindeki tercihlerini etkilediğini belirtti. Ve ilk olarak “bilinçaltı reklam” (subliminal advertisement) tanımlamasını kullandı. Vicary, yaptığı araştırmada takistoskop adı verilen cihazla filmlerin arasına “Caca Cola İç” “Patlamış Mısır Ye” mesajları yerleştirdi. Bu mesajlar saniyenin 1/3000 kadar kısa bir sürede görünüyor ve her 5 saniyede bir tekrarlanıyordu. Bu filmin arkasından New Jersey’deki Cola satışlarının % 18.1 ile % 57.5 arasında arttığı gözlemlendi.

Bu araştırmanın ardından “bilinçaltı reklam ve yönlendirme” filmlerde, reklamlarda, dergilerde sık sık kullanılmaya başlandı. Mesela 5 Temmuz 1971 tarihinde Time’ın arka kapağında Gilbey’s London Dry Gin adlı bir markanın reklamı vardı. Reklamda bardaktaki buzlar üzerinde ‘sex’ yazıyordu. Bu reklam sayesinde Gilbey’s’in 1.5 milyon dolarlık satış yaptığı tespit edildi.. Reklamla ilgili yapılan araştırmada deneklere reklamın kendilerinde ne gibi bir etki uyandırdığı soruldu. Deneklerin yüzde 60’ı bu etkiyi ‘doyuma ulaşma’, ‘sex düşkünlüğü’, ‘heyecanlanma’, ‘romantizm’, ‘duyguları okşayıcı’ gibi ifadelerle tanımladı. Reklamın gizli mesaj içermeyen versiyonu ise denekler tarafından bu şekilde tanımlanmadı.

Bir grup psikolog ve yazar konunun gündeme geldiği ilk yıllarda bu yöntemin uydurma ve efsane olduğunu ve insanları etkilemeyeceğini söylediler. Beyin dalgalarını ölçen teknolojilerin gelişmesi ile gizli mesaj içeren reklama beyin daha farkı ve fazla tepki verdiği gözlemlendi ve bu yöntemin etkisi kanıtlanmış oldu.

Bilinçaltı reklamlarının etkisinin kanıtlanmasının ardından bir yandan bu yöntemin kullanımı arttı ve diğer yandan da bu gibi yöntemlerin kullanılmasını önlemeye yönelik yasalar çıkartıldı. Ülkemizde RTÜK bilinçaltı reklamı “Teknik cihazlar vasıtasıyla televizyon yayınlarında çok kısa süreli görüntüler kullanarak, izleyicilerin ancak bilinçaltıyla algılayabilecekleri ürün veya hizmetlerin tanıtılmasına ilişkin mesajlar içeren reklamlar” olarak tanımlamıştır. Yasalarımız tüketicinin korunması bakımından, gizli reklam ve bilinçaltı reklamı da yasaklamıştır. 3984 sayılı yasanın 20. maddesi, "Reklamların, program hizmetinin diğer unsurlarından açıkça ve kolaylıkla ayırdedilebilecek ve görsel ve işitsel bakımdan ayrılığı fark edecek biçimde düzenlenmesini, bilinçaltı ile algılanan reklamlara izin verilmemesini" hükme bağlamıştır. Radyo ve Televizyon Kuruluşları Reklam Yayın İlkeleri ve Usulleri İle Reklam Gelirleri Üst Kurul Paylarının Ödenmesi Hakkında Yönetmeliğin 11. maddesine göre de, "Yayınlarda gizli reklam yapılamaz. Programlarda açıkça reklam olduğu belirtilmedikçe ürün veya hizmetler reklam amacını taşıyan şekilde sunulamaz. Çok kısa sürelerle imaj veren, elektronik aygıt veya başka bir araç kullanılarak veya yapılarının ne olduğu konusunu izleyenlerin fark edemeyecekleri veya bilemeyecekleri bir biçime sokarak, bilinçaltıyla algılanmasını sağlayan reklamların yayınlanması yasaktır."

Türkiye’de ve dünyanın bir çok yerinde bilinçaltı reklam yasaklanmıştır ama tüm reklamları, filmleri bilinçaltı mesaj içerip içermediği noktasında denetleyecek bir yapı kurulamamıştır.

Bilinçaltı reklamlarında en çok iki nokta üzerine vurgu yapılmaktadır: “ölüm” ve “sex” yada “cinsellik”. Nedeni ise bilinçaltının “doğum” ve “ölüm” arketiplerine çok daha fazla duyarlı olması. Kısacası beyin, bu iki olaya daha fazla tepki veriyor. Sex mesajı doğum arketipinde, kill mesajı da ölüm arketipinde karşılanıyor. Mesela Kuzuların Sessizliği filminin kapağındaki kelebeğin üzerinde bir iskelet kafası var. Bu iskelet kafasının içinde ise çıplak kadın figürleri bunuyor. Yani doğum ve ölüm arketipleri birlikte kullanılarak etki arttırılmaya çalışılıyor.

TV’de ya da sinemada kullanılan diğer bir bilinçaltı tekniği de 25 ve 25. kare tekniği. Gördüğümüz bir anlık bir görüntü 655 satır ve frame denilen 24 küçücük kareden oluşuyor. Her 24 kare ise -bu sinemada 25’dir- bir ekran büyüklüğündeki kareyi oluşturur. Her 327.5 satırda bir de ´control-track´ denilen aralık vardır. İşte bu aralıktan görüntüler kesilip aralarına başka görüntüler atılıyor.

Bizim ülkemiz açısından üzücü olan durum ise kendi izlediğimiz ya da çocuklarımıza izlettiğimiz her dizi ve filmde bilinçaltımıza her türlü bilinçaltı yöntemi ile seks ve cinsellik temalarının kazınmasıdır. Özellikle Disney yaptığı çizgi filmlerde cinsellik temasını yıllardır çocuklarımızın bilinçaltına kazımıştır.

Örnekleri ise şöyle:

Kurtarıcı (Rescuer) adlı çizgi filmde bir anda parlayıp sönen çıplak kadın resimleri ekrana yansıtılmıştır.

Alaaddin çizgi filminde ise “evet gençler soyunun” (good teenagers take of clothes) sesi hipnotik bir tonda gizli olarak tekrarlanmaktadır.

Aslan Kral (The Lion King) adlı meşhur çizgi filmde yıldızlarla gökyüzüne “sex” kelimesi yazılmıştır.

Jessica Rabbit (Who Framed Roger Rabbit) çizgi filminde filmin kahramanı Jessicanın kaçış sahnesinde eteği açılıyor ve kahramanın iç çamaşırsız olduğu görülüyor.

Küçük Denizkızı (The Little Mermaid) çizgi filminin kapağında erkek cinsel organı gizli bir şekilde resmediliyor.

Reklamlardaki ve filmlerdeki başlıca bilinçaltı uygulamaları ise şöyle:

Camel’in logosunda kullandığı deve resminin sağ ayağında çıplak bir adam resmi bulunuyor. Yine Camel’in Smooth Karakter adlı tiplemesinde cinsellik tema olarak bilinçaltına kazınıyor.

Cola çeşitli yıllarda hazırladığı reklamlarda cinsellik öğesini kullanıyor. Bunlardan dikkat çekici olanı Feel the Curves (kıvrımları hisset) reklamında Colanın yanında yer alan buz tanelerinin arasında bir çocuğun erkek cinsel organına doğru ağzını uzatmasıdır. Yakın zamanda yapılan bir reklamda ise kutu Colanın üzerinde buzlarla çıplak bir kadın figürü oluşturulmuştur.

Pepsi ise kutu kola tasarımında “sex” yazısını gizlice çizgilerin arasına gömmüş ve bu şekilde satışlarını arttırmıştır.

Dövüş Kulübü (The Fight Club) filminde 25. kare tekniği ile elinde sigara olan Brat Pitt resmi filmin çeşitli yerlerine yerleştirilmiştir. Daha dehşet verici olanı ise filmin kapanış sahnesinde erkek cinsel organının gösterilmesidir.

Yukarıda bahsedilen örnekler tespit edilenlerdir. Kimbilir tespit edemediğimiz ve bilinçaltımıza cinsellik tohumlarını eken kaç film ve reklam vardır. Kendimizi ve çocuklarımızı dışarıdan ihraç edilen filmlerden ve dizilerden uzak tutmanın, sineme keyfine bir süreliğine ara verip evimizdeki TV’leri kapatmanın vakti geldi de geçiyor.


25.Kare olayı ise


Televizyon sizin için ne ifade eder? Aptal kutusu mu? Kaçırılmaması gereken diziler mi? Belgeseller? Eğitici programlar? Siyaset?

İnsan beyni “bilinçli” olarak saniyede yirmidört kare algılayabiliyor peki ya bir saniyeye yirmibeş kare sığdırılırsa? Bazı bilim adamlarına göre bir saniye içinde gösterilen yirmibeş kare’den sonuncusu beyin tarafından bilinçli olarak algılanmıyor fakat bilinçaltı dediğimiz bölümde yer ediniyor. Bu tez ne kadar doğru bilemiyorum ve sanırım başlı başına bir araştırma konusu olabilecek kadar da geniş.

Son zamanlarda Rusya’da alevlenen bir tartışmanın ortasında yine yirmibeşinci kare sorunu çıkıyor karşımıza. Duke Universite’sinden Ellen Mickiewicz adlı bir Profesör seçim zamanı yayınlanan reklam filmlerinde halkı etkileyecek bir “yirmibeşinci kare” bulunduğunu belirtiyor. Yine bu teorinin doğruluğu tartışılır durumda çünkü onu destekleyecek genel veriler yok denecek kadar az.

Kimileri Yirmibeşinci Kare’nin psikolojik bir yöntem olan sübliminal mesajlar içerdiğini düşünüyor. Nedir bu sevimsiz sübliminal mesajın anlamı? İnsanları etkilemek ve fakat bunu genellikle bilinç sınırlarını aşacak şekilde başarmayı planlayan mesaj biçimidir. En sık görüldüğü yer reklam dünyasıdır(ve tabi ki politik reklamlar/propagandalar). Mesela 1990 yılında bir kola firmasının kampanyasında iki ürünü üst üste koyulunnca ortaya “sex” yazısı çıkıyor veya bir sigara firmasının ambleminde Belçika’nın ünlü “işeyen çocuk” figürü görülüyor. Önceden de söylediğim gibi bunların çoğu doğruluğu kanıtlanmamış ve kanıtlanması zor görünen çeşitli teoriler.

Madem insanların beyninde yer edebiliyor, neden Yirmibeşinci Kareyi bilim dünyasında kullanmıyoruz diyenler olabilir...Yirmibeşinci Kare’nin amacı beynimize bir ürün, kişi, fikir, herhangi birşey hakkında ipucu bırakmak. Bu ipucunu takip ederek zaten istediğimiz ürüne ulaşıyoruz. Reklamların asıl amacı zaten bu değil mi?

Özellikle televizyonalarda Yirmibeşinci Kare’nin kullanılmamasına özen gösteriliyor ama insan sormadan edemiyor: birileri bizi etkilemeye mi çalışıyor yoksa çoktan etkilendik mi?


Editör : Gördüğümüz her şey aslında önce bilinçaltımıza yazılıyor ancak biz bunu anlayamıyoruz bulamıyoruz aynı 25.kare olayı gibi.Bu tür bilinçaltı mesajları aynı zamanda psikolojik tedavi gören kişilerde de uygulanıyor hipnoz edilerek farkında olmadan bilinçaltına yazdığı ancak uyanıkken bilemediği söyleyemediği cevapları bu sayede verebiliyor.

Safran Çiçeği

Posted by HavadanSudan |


Safran (Crocus sativus), süsengiller (Iridaceae) familyasından, sonbaharda çiçek açan, 20-30 cm boyunda, soğanlı bir kültür bitkisi ve bu bitkiden elde edilen baharat.

Bitkinin yaprakları şeritimsi, mor çiçekleri üç tepeciklidir. Çiçeği ve tepecikleri bitkiye bağlayan yaprak sapı da dahil olmak üzere erkek organları kurutularak özellikle gıda boyası ve tad verici olarak kullanılan safran bitkisi daha çok İspanya, Fransa, İtalya ve İran’da yetiştirilir. Türkiye’de ise safran Safranbolu’da üretilmektedir. Ağırlığına göre dünyanın en pahalı baharatı, (bir gramı 5 ile 6 € arası), olan safranın anavatanı Güneybatı Asya’dır. Yetiştiriciliğine ilk olarak Yunanistan civarında başlanmıştır. Yarım kilogram safran 80.000 çiçekten çıkarılabilir.

Safran baharatının keskin bir tadı ve iyodoform ya da saman benzeri bir kokusu vardır. Bunların sebebi bileşiminde bulunan pikrokrosin ve safranal kimyasallarıdır. Aynı zamanda içine konduğu yemeklere altın gibi sarı bir renk katan, krosin adı verilen karotenoit bir boya maddesi de içerir. Bu özellikler safranı dünya çapında çok aranan bir baharat yapar. Ayrıca tıpta da kullanılır.

Safran kelimesi Arapça sarı renk anlamına gelen usfer (أَصْفَر) kelimesinden türetilen ve Arapça’da safran baharatı anlamına gelen za’feran (زَعْفَرَان ) kelimesinden kaynaklanarak . Latince’ye safranum, İtalyanca’ya zafferano ve İspanyolca’ya azafrán olarak geçmiştir. Daha sonra Fransızca’ya safran ve oradan da İngilizce’ye saffron olarak aktarılmıştır

Karabük ilinin Safranbolu ilçesinde gittiğiniz de Safran Çiçeği yanında Safranbolu Lokumu yemeden Tarihi Safranbolu Evlerinin maketlerinden almadan dönmeyin derim.

Serotonin:Bizi mutlu eden maddeyi tanıyalım

Posted by HavadanSudan |


Serotonin:Bizi mutlu eden maddeyi tanıyalım



Serotonin, monoamin bir nörotransmitterdir. Triptofan aminoasitinden sentezlenir. Beyinde serotonin kimyasalı salındığında kan damarları kasılarak daralır; serotonin düzeyi düştükçe genişler.

Migren atağından önce vücuttaki serotonin düzeyi yüksek olmakta, atak geçtikten sonra da düşmektedir.

Açlık, yorgunluk, stres, yemek, ışık ve ilaçlar gibi faktörlerin tamamı insan vücudundaki serotonin düzeyini etkilemektedir. Stres ve düşük kan şekeri serotonin düzeyini düşürürken; oksijen, kusma, içinde aminler bulunan gıdalar (örneğin: peynir, çikolata, portakal, mandalina, domates ) ve içinde triptofan isminde bir çeşit amino asit bulunan gıdalar, (örneğin süt, hindi eti ) serotonin düzeyini yükseltmektedir.

Bunun dışında insan vücudundaki serotonin düzeyini, çeşitli hormonlar da etkilemektedir. Örneğin kadın vücudundaki östrojende (kadınlık hormonu) artma, serotonin düzeyinde de bir artışa neden olmakta; aynı şekilde, kadınların âdet görmeleri sırasında, östrojen hormonlarında düşüş olması, serotonin düzeyini de düşürmekte ve bu durum, kan damarlarının aşırı genişlemesi sonucu, kadınlarda migren başlamasına neden olabilmektedir.Ayrıca serotonin dopaminerjik nöronlardaki reseptörlerine bağlanarak dopamin salgılanmasını azaltmaktadır.Serotoninin depresyon oluşumu üzerinde etkisi vardır.Depresyon ve anksiyete tedavilerinde serotonin geri alım inhibitörü (serotoninin tekrar kullanımı için sinaps aralığından, salgılandığı nörona geri alımını yok eden) ilaçlar kullanılır.